“Hayatta medeniyet için, ilerleme için, refah için en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir” özdeyişini duvarlara, pankartlara asan ve ezberleyen bir neslin çocuklarıyız. Medeni bir toplumda, ileri seviyede refah içinde yaşamak her insanın en tabii hakkıdır. Bunun için de belli bir ekonomik, sosyo – kültürel seviyeye sahip olmak gerekir. Bu seviyeye ulaşmanın en önemli yolu ise “eğitim”dir. Teknik olarak eğitim ve öğretim kavramları ayrı kavramlar olmalarına rağmen toplumda eş anlamlı kullanılırlar. “Öğretim” genelde okulda verilen teorik bilgileri içerir. “Eğitim” ise okuldaki bilgiyi de içeren ama ondan daha geniş kapsamlı, beşikten mezara kadar devam eden bir süreci ifade eder.
Türkiye’de 1997 – 1998 eğitim ve öğretim yılından itibaren uygulanmaya başlanan “8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” ile Türk Halkı’nın ortalama okula gitme süresi 7 – 8 yıl civarına ulaştı. Yani milletçe ilkokul mezunu sayılırız. Buna karşılık yüksekokullaşma oranımız, açıköğretim mezunları dahil, % 40’lar civarında ve bu oran gelişmiş ülkelerin çok gerisinde kalıyor. Kaldı ki insanoğlunun hayatta kullanabileceği ve kullanması gerekli olan bilgilerin tamamını okul sıralarında öğretmenin ağzından çıkanlardan ya da ders kitaplarında yazılanlardan almaları teorik olarak mümkün değildir. Ülkemizde okuldaki öğretimin kalitesi ve yöntemi de çok tartışmalıdır. İletişimde devrimin yaşandığı 21.Yüzyıl’da okulda verilen teorik bilginin geçerlilik süresi 4 ya da 5 yılı geçmez. Bundan 30 – 40 yıl önce bu süre daha uzundu ama asla okuldaki bilgi sonsuza kadar kalıcı değildi. Sadece son 15 yılda kaç farklı bilgisayar yazılımı çıktığını, cep telefonlarındaki teknolojik değişimin ne kadar hızlı olduğunu göz önüne aldığımızda, hızla gelişen teknolojinin hem bilgilerimizi hem de değer yargılarımızı nasıl değiştirdiğini rahatlıkla görebiliriz. Kütüphanelerimizde raflara özenle dizdiğimiz ansiklopedilerin çoğunun son kullanma tarihi geldi de geçiyor bile. Bütün bunlardan daha elim ve vahim olarak bizim gibi gelişmekte olan (azgelişmiş) ülkelerde öğretimin esası “anlamaya”, “sorgulamaya” yönelik değil “ezbere” yöneliktir. Türkülerimize bile yansımıştır bu durum: “Dersini almışta ediyor ezber” (Nida Tüfekçi’nin derlediği Yozgat Türküsü). Günümüzde çağdaş öğretimin hedefi “analiz ve sentez (tahlil ve terkip) yapma” yeteneğine sahip insan yetiştirmektir. Çağdaş öğretimde bir insan kendisi için gerekli bilgiyi hazır olarak almaz. Formül ezberlemez. Bilgiyi ve formülü nasıl, nereden bulacağını ve onu pratikte nasıl kullanacağını öğrenir. Bunun bir hayat boyu devam edebilmesi için de son 15 yılda gündemde olan bir kavramla karşı karşıya kalıyoruz: Öğrenmeyi öğrenmek ve hayat boyu eğitim.
Eğitim dediğimiz kavram sadece okulun dört duvarı arasında verilmez. Hayatın her alanında, her zaman devam eden dinamik bir süreçtir. Anne karnında başlar, ana kucağında devam eder, aile ortamında filizlenmeye başlar, okulda desteklenir, hayat boyu devam eder, mezarda biter. İnsanın mesleğini iyi yapabilmesi için, daha müreffeh, daha çağdaş, daha mutlu yaşayabilmesi için eğitime ve onun olmazsa olmazı bilgiye ihtiyacı vardır. Bilginin pınarı ise okumaktır. Öğrenmek için, öğrenmeyi öğrenmek için, hayat boyu işimize yarayacak pratik bilgileri edinebilmemiz için durmadan okumamız, gelişmemiz gerekir. Kitap, dergi, gazete, ansiklopedi, internet vs. kitle iletişim araçlarından okuma yoluyla faydalanmak günümüzün olmazsa olmaz şartıdır. Özellikle kitap okumak bunlar içinde en önemlisidir. Peki Türk toplumunun bu konuda notu nedir? Tek kelimeyle içler acısı. Japonya’da ortalama bir kişi yılda 6 kitap okurken, Türkiye’de bir yılda bir kitabı 6 kişi okuyor. Bunun tahsille de pek alakası yok. Türkiye’de her 100 lise mezununun 46’sı okul bitirdikten sonra bir daha kitap kapağı açmaz. Peki gazeteler için durum nedir? 72 Milyon 500 Bin nüfusu olan Türkiye’de gazetelerin toplam tirajı 5 Milyon civarındadır. Onun da önemli bir bölümü abonelik sistemiyle gerçekleşiyor. Kaldı ki toplumumuzda erkek nüfusun % 90’ı gazeteyi tersten (spor sayfasından), hanımlarda eklerinde (magazin sayfalarından) okur. Ansiklopediler ise evlerimizdeki kitap raflarımızın değişmez süsleridir. Dergileri ise gençler ya otomobillere olan ilgilerinden dolayı ya da tuttukları takımla ilgili bilgi almak için satın alırlar. İnternet ise bilgi almaktan ziyade sosyal sitelerde sohbet etmek (chat yapmak) ya da malum bir takım sitelere girmek için kullanılır. Bu sadece bugüne ait bir mesele de değil. Türk insanının bu özelliğinden ötürü 1727’de Türkiye’ye matbaayı getiren ve matbaa işletmeye başlayan İbrahim Müteferrika iki sene sonra iflas etmiştir! Bu özelliğimizden ötürü 1727 ile harf devriminin yapıldığı 1928 arasında ülkemizdeki matbaalarda basılan kitap adedi sadece ve sadece 30 Bin civarındadır. Bu yüzdendir ki 1927 Nüfus sayımına göre 13 Buçuk milyonluk nüfusa sahip Türkiye’de erkeklerde okuma – yazma oranı % 7, kadınlarda ise % 1’dir. Bazı çevreler Atatürk’ü harfleri değiştirerek kültür kopukluğuna neden olmakla suçlarlar. Bu suçlamanın tutarlı bir tarafı olamaz çünkü ortadan kopulacak yazılı bir kültür birikimi yoktur. 1453’te Almanya’da geliştirilen matbaanın Türkiye’ye 1727’de girmesinin nedenini “gericiler istemedi” diye kestirip atmak da bir başka kolaycılıktır. Esas neden bu milletin okuma – yazmayı sevmemesi, kahvehane kültürüne, muhabbet etmeye alışık olmasıdır. Biz de sözlü kültür hakimdir. Bu yüzden edebiyatımızda da basılı eserler değil; sazlı, sözlü, şiirli eserler ve destanlar daha hakimdir, daha ilgi çekicidir, nicelik ve hacim olarak da daha fazla yer tutar.
Okumak zahmetli bir iştir. Analiz ve sentez yapmak zor bir iştir. Ezbercilik ise kolaydır, daha doğrusu kolaya kaçmaktır. Yurdum insanı başkasının kendisi yerine düşünmesini ister. Yurdum insanı zekidir ama tembeldir. Zora gelmez. İşi başkasına ihale ve Allah’a havale etmeyi çok sever. Ders verdiğim dershanede öğrencilerden en çok maruz kaldığım soru “hocam, buradan nasıl soru gelir?” ya da “bu soru çıkar mı?” sorusudur. Bu açıköğretim öğrencilerim için de, KPSS öğrencilerim için de, SMMM öğrencilerim için de aynıdır. Ben de cevap olarak “Nereden soru geleceğini bilsem burada ders vermem. Peygamberliğimi ilan eder, başka iş yaparım. Gaipten haber alma yeteneğim yok” cevabını veririm. Yetiştirmek durumunda kaldığımız öğrenci profili bu olduğu için, öğrencimiz her şeyi ezberlemeye çalıştığı için Hababam Sınıfı’nda müfettişin “Adın ne?” sorusuna “Hz.Ebubekir” cevabını veren İnek Şaban’ın durumundan farkımız kalmaz. Yurdum insanının özelliği bu olduğu için ÖSS’de binlerce öğrencimiz sıfır çeker. Merakımız, okuma ve öğrenme alışkanlığımız olmadığı için İstanbul Altunizade capitol d&r'da, kitap rafları arasında, 15-18 yaş arası bir hanım kızımız tarafından arkadaşına “KIZ BAK, AŞK – I MEMNU’NUN KİTABI ÇIKMIŞ” şeklinde dile getirilen hayret ve sevinç cümlesiyle karşı karşıya kalırız. Aslında bu bir sevinç cümlesi değil, toplumumuzdaki eğitim ve kültür düzeyimizin durumunu gösteren bir feryat cümlesidir. Allah bilir, belki bu hanım kızımız “Yasak Aşk” anlamına gelen “Aşk – ı Memnu”yu “Memnun Aşk” olarak da algılamış olabilir. 1925'te yayınlanan "Aşk-ı Memnu" ilk büyük Türk romanı kabul edilir. Sağlam bir kurgusu ve tekniği olan bu romanda, genç ve güzel bir kadının, zengin ama yaşlı kocasına sadık kalma kararına karşın, elinde olmaksızın yasak bir aşka sürüklenmesi, olayın psikolojik nedenleri üzerinde de durularak gerçekçi bir yaklaşımla anlatılır. Romanda olay, kişiler arasındaki maddi ve manevi bağlantılarla ustaca örülmüş, hareket, betimleme (okuyucunun zihninde resmetme) ve ruh çözümlemeleri ölçülü ve dengeli olarak işlenmiştir. Ne var ki hanım kızımız 85 yıldır var olan bu kitabı ilk kez rafta gördüğü için bu tepkiyi vermiştir. Ne demişler güleriz ağlanacak halimize…Yazımızı Cem Yılmaz’ın veciz sözüyle bitirelim: Eğitim Şart !