İnsanoğlu, tarım devriminin gerçekleştiği M.Ö.8000’li yıllardan itibaren yerleşik yaşama geçti. Yerleşik yaşama geçiş ve tarımın hakim ekonomik faaliyet olmasıyla birlikte nüfus patlaması yaşandı ve insanoğlu artan nüfusun bir arada huzur içinde yaşayabilmesi için insanların haklarının ve sorumluluklarının belli olduğu bir düzende yaşama ihtiyacı hissetti. Güçlünün zayıfı ezmediği, herkesin görev ve sorumluluklarının belli olduğu bir düzendi istenilen. Bu istenilen düzenin ihtiyacı olan bir örgüt sonunda kuruldu. Kurulan bu örgütün adı “DEVLET”ti. İlk devlet M.Ö.8000’lerde Sümerler tarafından Mezopotamya’da kuruldu. Devletin ortaya çıkışı ile tek Tanrılı dinlerin ortaya çıkışı da yine aynı bölgede oldu. Devlet, insanoğlunun bir arada yaşamak için bugüne kadar kurduğu en önemli, en düzenli, en etkili örgütün adıdır. Daha iyisi bugüne kadar bulunamamıştır. Devlet dediğimiz kurumun ortaya çıkmasıyla “yöneten” ve “yönetilen” olmak üzere iki ayrı sınıfın varlığı gündeme geldi. Devlet denilen kurumun çatısı altında huzur içinde yaşamak için de binlerce yıldır insanoğlu tarafından çeşitli yönetim sistemleri geliştirildi. Bunlardan bazılarını sıralamak gerekirse: Teokrasi: Dini yönetim tarzı. Oligarşi: Belli bir grup ya da zümrenin yönetimi. Monarşi: Belli bir aileden gelen insanların yönetimi. Diktatörlük: Belli bir soydan gelmesi önemli olmasa da tek kişinin yönetimi elinde bulundurduğu yönetim biçimi Demokrasi: Halkın kendisini yönetmesi. Ne yazık ki günümüzde vatandaşlarımızın birçoğu “cumhuriyet” ve “demokrasi” kavramlarını aynı kavramlar zannediyorlar. Bu büyük bir hatadır. Cumhuriyet, devleti yönetecek kişi ya da kişilerin belirli ve soylu bir aileden gelmelerine ihtiyaç duyulmayan rejimin adıdır. Bu rejimde Isparta’nın İslamköy’ünde çobanlık yapmış bir kişi de, Selanik’te vakti zamanında karga kovalamış bir memur çocuğu da, Kayserili sıradan bir vatandaşın çocuğu da, Kasımpaşa’nın bitirim delikanlısı da devlet başkanı olabilir. Ne var ki her cumhuriyet mutlaka “demokrat” olma durumunda değildir. Örneğin İran bir cumhuriyettir, Irak bir cumhuriyettir ama bu ülkelerin demokratik birer ülke olduklarını kimse iddia edemez. Bununla birlikte İngiltere cumhuriyet değil krallıktır. İsveç, Belçika, İspanya, Hollanda, Norveç krallıktır ama bu ülkeler İran’dan da, Irak’tan da daha demokratiktir. Başlarında soylu birer ailenin mensupları bulunur ama vatandaşların sorumlulukları ve özgürlükleri anayasa ve hukuk devleti teminatındadır. Tabii en ideali demokratik bir cumhuriyette yaşamaktır. Günümüzde aklı başında hiç kimse ülkenin başında seçimle iş başına gelen ve seçimle değiştirilebilen birsinin olması yerine tahtlı ve taçlı birisini istemez. İngiltere başta olmak üzere saydığımız krallıkla yönetilen diğer ülkelerdeki monarşik sistemler günümüzde etkileri daraltılmış, daha ziyade sembolik yönetimlerdir. Yönetimde ağırlık başbakanlardadır. Demokrasi, Yunanca “Demos” (Halk) ve “Kratos” (Yönetim) kelimelerinden türemiştir. Hoş “Cumhuriyet” kelimesindeki “cumhur” da Arapça “halk” anlamına gelse de günümüzde iki kavram “terminolojik olarak” aynı şeyi ifade etmemektedir. Yukarıda verdiğimiz ülke örnekleri de bu durumu doğrulamaktadır. Peki güzel ülkemiz Türkiye’de durum nedir? Türkiye pratiğinde kurulan cumhuriyetin arzuladığı sistem demokratik bir sistem miydi yoksa sadece yöneticinin sıradan vatandaş olduğu zorba bir sistem miydi? Bu sorunun cevabını tarihi verilerin ışığında cevaplamamız gerekiyor. Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk kendisine “Cumhuriyet nedir?” diye sorulduğunda “Demokrasi rejimi ile ülkenin idare edilmesidir” diye cevap vermiştir. Bu Atatürk’ün arzuladığı bir yönetim tarzıydı. Özellikle aşırı dinci, ikinci cumhuriyetçi, aşırı solcu, anglo – sakson tarzı liberal ve bölücü çevreler Atatürk’ün ve 1923’te kurulan cumhuriyetin nihai hedefinin “demokratik bir yönetim tarzı kurmak olmadığı” yönünde kirli bir propaganda yürütmektedirler. İkinci Cumhuriyetin isim babası Mehmet Altan’a göre Atatürk’ün altı oku arasında “demokrasi” yoktur o halde 1923 cumhuriyeti baskıcı bir cumhuriyettir. Gerçekte ise Atatürk’ün altı okundan biri olan “halkçılık” ilkesi, bizzat Atatürk tarafından Prof.Dr. Afet İnan’a yazdırılan ve 1932’de basılan Medeni Bilgiler Kitabı’nda açıklanırken halkçılık kelimesinin yanına Atatürk el yazısıyla parantez içinde “demokrasi” kelimesini yazmıştır. Halkçılığın tanımı ile demokrasinin tanımı da aynıdır. “Demokrasi (halkçılık) - Demokrasi esasına müstenit hükümetlerde, hâkimiyet, halka, halkın ekseriyetine aittir. Demokrasi prensibi, hâkimiyetin millette olduğunu, başka yerde olmayacağını iltizam eder. Bu suretle demokrasi prensibi, siyasî kuvvetin, hâkimiyetin, menşeine ve meşruiyetine temas etmektedir. Demokrasinin tam ve en bariz hükümet şekli Cumhuriyet' tir.” (Vatandaş İçin Medeni Bilgiler S:26-31) Ayrıca Atatürk defalarca, değişik yerlerde demokrasinin erdemlerinden bahsetmiş ve Prof.Dr. Afet İnan’a verdiği el yazısı notlarından da rahatlıkla görülebileceği gibi demokrasiyi “yükselen bir deniz” olarak tarif etmiştir. “Artık bu gün demokrasi düşüncesi durmadan yükselen bir denizi andırmaktadır. 20.yüzyıl birçok zorba hükümetlerin bu denizde boğulduğunu göstermiştir. Demokrasi ilkesi egemenliği kullanan araç ne olursa olsun temelde ulusun egemenliğine sahip olmasını ve sahip kılınmasını gerektirir.” Hal böyleyken “Niçin Türkiye’de 87 yılda tam anlamıyla, batı standartında bir demokrasi oluşamadı?” sorusu gündeme gelebilir. Acaba bu soru doğru mu? Türkiye’nin özellikle 1961 – 1980 arası dönemde sahip olduğu demokrasi standartları, aynı dönemde Batılı devletlerin sahip olduğu standartların gerisinde miydi? Şimdi sıkı durun. Okuyunca gözlerinize inanamayacağınız bir iddia ortaya atıyorum. O yğzden büyük harflerle yazacağım. TÜRKİYE’NİN 1961 – 1964 ARASI SAHİP OLDUĞU DEMOKRASİ, ABD’NİN AYNI DÖNEMDE SAHİP OLDUĞU DEMOKRASİDEN DAHA İLERİYDİ. Nasıl mı? Demokrasinin temel ilkesi yurttaşlarına “eşit oy” hakkı vermesidir. ABD’de 1964’e kadar siyah renkli vatandaşların ırk ayrımcılığından dolayı seçme ve seçilme hakkı yoktu. 1990’lara kadar başta Doğu Avrupa, SSCB ve Asya Ülkeleri’nin çoğunda da bugün ulaşmayı arzuladığımız anlamda demokratik bir yönetimin varlığından söz edilemez. Ayrıca unutulmaması gereken bir başka nokta da şudur: Demokrasi bir günde ben verdim oldu, ben kurdum gerçekleşti mantığıyla oluşmaz, yerleşmez. Her kurumun olduğu gibi demokrasinin de belli bir altyapısı vardır. Prof.Dr.Toktamış Ateş’e göre demokrasinin olmazsa olmaz dörtlemesi şunlardır: · Örgütlü ve şehirli bir toplum, · Yüksek düzeyde kişi başı milli gelir, · Okur - yazar, bilgili bir toplum · Yüksek standartta ulaşım ve haberleşme imkanları. 29 Ekim 1923 itibariyle Türkiye’de sadece 1 üniversite ve 23 lisenin var olduğu, halkın okur – yazarlık oranının erkeklerde % 7, hanımlarda Binde 4 olduğu, Ankara’nın doğusunda demiryolunun olmadığı, Kişibaşına milli gelirin 80 dolar civarında olduğu, halkın % 83’ünün köylerde yaşadığı göz önüne alınırsa Atatürk’ün cumhuriyetin ilan edildiği gün batı tarzı bir demokrasi kuramayacağı insaflı ve vicdanlı kişiler tarafından rahatlıkla kabul edilecektir. Peki bugün durum nedir? Unutulmamalıdır ki 87 yıl her ne kadar bir insan ömrü için uzun bir süre olsa da devletler tarihi ve insanlık tarihi için denizde damla bile değildir. Bilmeyenler için hatırlatayım: Kahpe Bizans diye dalga geçtiğimiz Doğu Roma İmparatorluğu tamı tamına 1058 yıl ayakta kalmıştır (395 – 1453). Hala Atatürk’ü dünya gözüyle görüp hayatta olanlar var. Hatta cumhuriyetin kurulduğu günü hayal meyal de olsa hatırlayanlar var. Kaldı ki Türkiye, 87 yılda Batı’nın 300 yılda aldığı mesafeyi kat etmeye çalışmış ve bunda da bazı aksaklıklar olsa da başarılı olmuştur. Bugün Türkiye hem bölgesinin, hem de pek çok Avrupa ülkesinin sahip olduğu demokratik ve ekonomik standartların üzerinde standartlara sahiptir. Hiç abartmadan söylüyorum: Biz Türk insanı olarak ne kadar dışarıya, Batı Avrupa ve ABD’ye özeniyorsak çevremizdeki Avrupa, Ortadoğu ve Kafkas Ülkeleri de Türkiye’ye özeniyor. Bu 87 yıllık cumhuriyetin başarısıdır. 1.CUMHURİYETİN BAŞARISIDIR. Türkiye şimdiki iktidar partisinin iktidara gelmesiyle demokratik olmadı, onun anayasa değişiklik paketiyle de daha demokratik olmayacak. Türkiye’de insanlar 1923 itibariyle padişahın kulu olmaktan çıkıp devletin eşit yurttaşı olma konumuna geçmişlerdir. Bugün cumhuriyeti, Atatürk’ü, devleti eleştirenler bile bu eleştiri haklarını cumhuriyetin kazanımlarına borçludurlar. Bu durum hanımlarımız için daha da belirgindir. Türk kadını sahip olduğu sosyal, siyasi, hukuki, kültürel hakların hemen hemen tamamına Atatürk ve onun devrimleri sayesinde kavuşmuştur. Eğer bugün hanımlarımız (en azından önemli bir bölümü) “gerici” cemaat toplumunda “kafesin tatlı kuşu” muamelesi görmüyor, hukuki ve siyasi anlamda erkeklerle eşit haklara sahip olabiliyor, toplumda meslek ve mevki sahibi olabiliyorlar, seçip seçilebiliyorlarsa bunu cumhuriyete borçludurlar. Bu cumhuriyetin değerlerini bilen şehirli, çağdaş bir hanımefendi için de böyledir, Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında “keşke Amerikan Mandası’nda yaşasaydık, Humeyni’yi Atatürk’ten daha çok seviyorum” diyen başörtülü hanım kızımız için de böyledir. Unutulmamalı ki cumhuriyetin getirdiği özgürlük ortamı olmasa, o hanım kızımız cumhuriyeti böyle eleştiremezdi. Özetle; terminolojik olarak farklı kavramları ifade etseler de Atatürk ve Türkiye pratiğinde demokrasi ve cumhuriyet birbirlerini tamamlayan, olmazsa olmaz iki hayati kavramdır. Biri diğeri için feda edilemez. Türk Milleti’nin menfaatleri için her ikisinin de el ele gitmesi gerekir. Demokratik olmayan bir rejimde yaşamak günümüzde insan haysiyetine yakışmayacağı gibi cumhuriyetin kazanımlarından vazgeçmek de bizi ortaçağ karanlığına, bölünmeye, vatandaşlık vasfından kula kulluk vasfına götürür. Sahip olduğumuz değerlerin kıymetini bilerek daha iyi yarınlarda buluşmak ümidiyle…