10 Kasım 1938, Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. O gün Türkiye kurtarıcısını, cumhuriyetin kurucusunu, Türk Milleti babası yerine koyduğu liderini kaybetti. Türkiye’de 10 – 16 Kasım arası “Atatürk Haftası” olarak anılır. Bu hafta münasebetiyle bugünkü yazımızda Atatürk’ü, daha doğrusu Türk Milleti’nin, tüm dünyanın, dostlarının ve düşmanlarının gözündeki “Atatürk imajı”nı ele almaya çalışacağız.
3 gün önce, 10 Kasım 2010 günü saat 9’u 5 geçe tüm Türkiye bir kere daha saygı duruşunda bulunarak bir insanı her yıl olduğu gibi bir kere daha andı. Bütün bir ülkenin vatandaşlarının yılda bir kere, aynı günde, aynı saatte ve aynı dakikada işini gücünü bırakıp esas duruşa geçmesinin, devletinin kurucu liderini anmasının tüm dünyada eşi ve benzeri yoktur. 72 Milyon Türk vatandaşının gönlünde, kalplerinin bir yerinde öyle ya da böyle Atatürk’e bir sevgi, sevgi bile olmasa saygı kırıntısı mutlaka bulunur. İstisnalar elbette kaideyi bozmaz.
Tarih milletlerin hafızasıdır. Tarihi insanlar dünü bilmek ve anlamak, bugünü düzenleyip yaşamak, yarını da hayal edip planlamak için öğrenirler. Milli tarih milletlerin ortak hafızasıdır. Milletleri bir arada tutan, birlik ve beraberliklerinin mayası olan ortak hatıralar, simgeler, sevinçler ve üzüntüler vardır. Aynı zamanda her millet kahramanlara ihtiyaç duyar. Bu kahramanlar aynı bayrak gibi, toprak gibi, milletin bakınca, tanıdıkça, anladıkça moral bulduğu, öyle ya da böyle sevilen ve sayılan şahsiyetlerdir. Bu şahsiyetlerde milletin fertleri “ne olduklarını” değil, “ne olmak istediklerini” görürler. Bu şahsiyetleri ailelerinin birer ferdi gibi görüp kendi kişiliklerini bu şahsiyetlerle özdeşleştirirler. Bu yüzden evlerinin, işyerlerinin duvarlarına bu şahsiyetlerin resimlerini koyarlar, silüetlerini rozet yapıp yakalarına asarlar. Bunlar onlar için birer nazar boncuğu gibidir. Kahramanı olmayan milletler bile bir şekilde tarihin ince ayrıntılarına inip bu ayrıntıları kazıyarak kendilerine “sanal” kahramanlar üretirler. Ülkelerin kuruluş ve sarsılma dönemlerinde bu arayış çabaları artar. İşte Mustafa Kemal Atatürk de Türk Milleti’nin mensubuyum diyen herkesin sevgisini ya da saygısını öyle ya da böyle bir şekilde kazanmış “sanal” olmayan “her yönüyle gerçek” bir kahraman, bir lider, bir devrimcidir. 20.Yüzyıl’ın ayakta kalan, sevenleri tarafından “hasretle”, düşmanları tarafından “saygıyla”, nankörler tarafından da “nefretle” anılan bir lider. Peki dünyanın diğer ülkelerinde de büyük insanlar, tarihi şahsiyetler varken Mustafa Kemal Atatürk’ü farklı kılan özellik ya da özellikler nelerdir?
Tarihi dikkatle incelediğimizde “milletlerini düşman işgalinden kurtarıp öz vatanlarında bağımsız devlet kurabilmiş” liderlere sıkça rastlamak mümkündür. ABD’nin kurucusu George Washington, Latin Amerika Bağımsızlık Mücadelesi Lideri Simon Bolivar, 2. Dünya Savaşı sırasında Alman işgaline karşı Fransız direniş hareketini örgütlemiş olan General De Gaulle bunlara örnek olarak verilebilir. Aynı şekilde “milletlerini geri bir millet olma özelliğinden kurtarıp modern bir millet” haline getirmiş liderler de vardır. Hepimizin “deli” diye bildiği Rus Çarı 1.Petro, Japonya’yı sömürge olmaktan kurtarıp bir dünya ülkesi haline getiren Japon İmparatoru Meiji bu liderlere örnek olarak verilebilir. Ne var ki dünyada bu saymış olduğumuz özelliklerin ikisine birden sahip tek bir lider, tek bir devrimci vardır: Mustafa Kemal Atatürk.
Hayatta her alanda bir insanın başarısı ölçülürken esas alınması gereken ölçü şu olmalıdır: Eldeki imkanlar neydi? Hedeflenen neydi? Eldeki imkanlarla hedeflenene ulaşılabildi mi? Basit bir örnek vermek gerekirse Beşiktaş’ın 2009’da şampiyon olması mı başarıdır yoksa Sivasspor’un ikinci olması mı? Ya da Real Madrid’in Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu mu daha büyük başarıdır yoksa Galatasaray’ın UEFA Şampiyonluğu mu? Ölçüyü bu şekilde belirlersek eldeki imkanlarla yaptıkları karşılaştırıldığında Mustafa Kemal Atatürk’ü değil 20.Yüzyıl’ın tüm dünya tarihinin en başarılı devrimcisi olarak addetmek abartılı olmaz. 1914 – 1918 yılları arasında cereyan eden Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra galiplerin mağluplara imzalattıkları 5 anlaşma vardır: Almanya ile Versay, Avusturya ile Sen Germen, Macaristan ile Trianon, Bulgaristan ile Neully (Nöyyi) ve Türkiye ile Sevres (Sevr) anlaşmaları. Bu beş anlaşma içinde yırtılıp atılan, uygulanmayan tek anlaşma Sevr anlaşmasıdır. Kurtuluş Savaşı sonunda imzalanan Lozan Anlaşması ile Türk Milleti esir olmaktan kurtularak kendi öz vatanında ulus devletini kurmayı başarmıştır. Lozan Anlaşması halen yürürlükte olan anlaşmalar içinde en eski anlaşmadır. Bu sonucu elde eden Türk Ordusu’nun başında başkomutan olarak Mustafa Kemal Atatürk bulunmaktaydı. Bir milleti esir etmek isteyen emperyalistleri ve onun yerli işbirlikçilerini mağlup eden gazi ordunun gazi komutanı Mustafa Kemal Atatürk’tü. Kurtuluş Savaşı’nın sonunda İngiltere Başbakanı David Lyod George’a gazeteciler sorarlar: “Niçin Türkleri mağlup edemediniz?” Cevap çok ilginçtir: “Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirirler. Şu talihsizliğimize bakın ki yüzyılımızda o dahiyi Türk Milleti yetiştirdi. MUSTAFA KEMAL’İ YENEMEDİK !”. Düşmanları Mustafa Kemal Atatürk’ü böyle sayarlarken bazı yerli (!) aydınlarımız “Kurtuluş Savaşı” diye bir savaşın “aslında hiç olmadığını” iddia edebilecek kadar “okumayla elde ettikleri cehaletlerini” sergileyebiliyorlar.
Mustafa kemal Atatürk’ün bir diğer başarısı da ortaçağ standartlarında yarı sömürge bir halde yaşayan bir toplumu kendine güvenen, dünya medeniyetiyle uyumlu, hayatta en hakiki mürşidin (yol göstericinin) ilim olduğuna inanan, her bakımdan gelişen ve muasır medeniyet (çağdaş uygarlık) seviyesine ulaşmayı kendisine hedef olarak koymuş bir toplum haline getirmiş olmasıdır. LAİK DEVLET ve ULUS DEVLET temelindeki yeni devlet dünyanın bütün devletlerinin de saygısını kazanmış ve 1932 yılında Uluslar Kurumu (Milletler Cemiyeti) başvuru zorunluluğunu Türkiye için kaldırarak Türkiye’yi Uluslar Kurumu’na üye olmaya davet etmiştir. Mustafa Kemal Atatürk hiçbir yabancı devlet başkanının ayağına gitmemiş, ziyaret edilen hep kendisi olmuştur. Eski düşmanı Elefteros Venizelos, Atatürk’ü 1934 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterebilmiştir. Özellikle Türk Milleti’nin mensubu olan hanımlar bugün sahip oldukları hukuki, siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel her türlü haklara Atatürk sayesinde kavuşmuşlardır. Türk hanımları ABD’li hemcinslerinden sadece 14 yıl sonra, Belçika, Fransa, İsviçre, İtalya, Yunanistan, Japonya vatndaşı hemcinslerinden ise çok önce seçme ve seçilme haklarına kavuşmuşlardır. Bugün Türk hanımları kanunlar önünde iyi – kötü erkeklerle denk haldeyseler, çalışma hayatına katılabiliyorlarsa, “başı açık” dolaşma özgürlüğüne sahipseler, üzerlerine “kanunen” kuma gelmiyorsa, “kara çarşaf”a mahkum değilseler, okuma özgürlükleri varsa bunları Atatürk’e borçlular. Bu Atatürk’ü seven genç kızımız için de böyledir, Fatih Altaylı’nın programında “Atatürk’ü değil Humeyni’yi seviyorum” diyen genç kızımız için de böyledir. O kızımız ekran da arz – ı endam edebildiyse, bu da Atatürk sayesindedir. Atatürk değil de, beyinlerini örümcek ağı sarmış belli kesimler “tam anlamıyla” iktidarda olsalar, bugün hanımların görevi erkeğe kölelik etmek, evin tatlı kuşu olmak olurdu.
Bugün Türkiye’nin başına gelen belaları, sahip olduğu sorunları Atatürk’e yükleyenler şunu bilmelidirler ki bunların sorumlusu Atatürk ve onun kurduğu cumhuriyet değil, Atatürk’ten sonra gelip cumhuriyetin rotasını başka istikametlere çevirenlerdir. Atatürk 15 yılda Batılı ülkelerin 100 – 150 yılda yaptıklarını yaparak görevini tamamlamıştır. Atatürk döneminde yapılan yanlışlar da elbette vardır ama bu yanlışlar Atatürk’ten sonra gelenlerin yaptıkları yanlışlarla karşılaştırılamaz. Çünkü Atatürk’ün dönemi devletin “kuruluş dönemi”dir. Bir girişimci düşünün. Risk alıyor, borçlanıyor, bir işletme kuruyor. Dişiyle, tırnağıyla o işletmeyi belli bir seviyeye getiriyor ve mirasçılarına belli bir seviyeye gelmiş bu işletmeyi miras olarak bırakıyor. İşletmenin kurucusu ile ondan sonra gelenlerin işletmeyi yönetirken yaptıkları hatalar aynı değerde değildir. Çünkü kurucudan sonra gelen kuşaklar “hazır bir mirası” yönetiyorlar. Sıfırdan başlamıyorlar. Atatürk dönemini de böyle değerlendirmek lazım.
Son olarak Atatürk’ün inanç dünyası ile ilgili bazı noktaları aydınlatmamız lazım. Özellikle okyanus ötesinden yönetilen ve yönetilmeyen cemaat ve tarikat okul ve yurtlarında şöyle bir laf hep söylenir: “Atatürk deccaldir. Şeytandır. Dinsizdir. Onu toprak bile kabul etmemiş. Onun için anıtkabirde 40 tonluk mermerin altına gömülmüştür ki toprak onun cesedini fırlatmasın.” Beyler ve hanımlar. Yalan söylerken, iftira atarken insaflı olunamazsa da en azından ölçülü atmak gerekir. Anıtkabiri bilen bilir: Üzerine çelenk konulan mozole Atatürk’ün gerçek kabri değildir. O mozolenin altı boştur. Yaklaşık 20 metrelik boşluğun altında bir sanduka bulunur. Atatürk o sandukanın altında ve toprağa gömülü olarak ebedi uykusunu uyumaktadır. Sandukanın etrafında da 81 adet vazonun içinde 81 ilden getirilen toprak ve 82. vazonun da içinde KKTC toprağı bulunur. Atatürk vefat ettiğinde 19 Kasım 1938 günü dönemin diyanet işleri Başkanı Prof.Dr. Şerafettin Yaltkaya Atatürk’ün cenaze namazını kıldırtmış, Hafız Sadettin Kaynak Bey’de Sultanahmet Cami’nden Atatürk’ün selasını okumuştur. Atatürk’ün inanç dünyasını merak edenler için genç kuşağın başarılı tarihçilerinden Sinan Meydan’ın “Atatürk ile Allah Arasında” isimli muhteşem eserini meraklılarına şiddetle tavsiye ederim. ABD Başkanı Hüseyim Barack Obama deflarca “ben hıristiyanım” demesine rağmen bazı kesimler “hayır, o Müslüman, gizliyor” demektedirler. Buna rağmen kuvvetli bir Allah inancı olan Atatürk’e Allahsız demekten utanmıyorlar. Unutmayalım ki İslamiyet’e göre iki kişiden biri diğerine “kafir” derse, o iki kişiden en az biri mutlaka kafirdir. Ya kafir denen, ya da kafirsin diyen.
Onsuz geçen 72 yılın ardından bu millet onu daha iyi anlıyor, daha çok arıyor, daha çok özlüyor. Atatürk bu milletin atasıdır, yani babasıdır. Hiç kimse babası ile “birebir” aynı fikirde olmak zorunda değildir ama bu, babasını sevmesine engel değildir. Kaldı ki bizim babamızın dedikleri de, yaptıkları da çok doğru ve güzel şeylerdir. Bugün Türkiye’de Atatürk’ü eleştirmek değil ama Atatürk’e hakaret suçtur. Tıpkı sıradan bir insana hakaretin suç olduğu gibi. Kimsenin Atatürk’ü sevme zorunluluğu yoktur ama Atatürk’e saygı duyma mecburiyeti vardır. Çünkü o aynı Türk bayrağı gibi bu milletin ortak değeridir. Yazımızı Üstat Neyzen Tevfik’in Atatürk Düşmanları’nın kulaklarını çınlattığı o muhteşem şiiriyle bitirelim:
Ne ararsın Tanrı ile aramda
Sen kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten gözün yoksa haramda,
Başı açığa niye türban sorarsın
Rakı, şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa sana bir zararım içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.
Esir iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et.
Senin gibi dürzülerin yüzünden,
Dininden de soğuyacak bu millet
İşgaldeki hali sakın unutma,
Atatürk'e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın amma,
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz...
Aynı Zonguldak’lı o güzel ayakkabı boyacısı çocuk gibi, aynı kahvehanesinin, berber dükkanının, işyerinin, evinin en görünür köşesine babasının resmi gibi Atatürk’ün resmini asanlar gibi bu millet her 10 Kasım’da Atatürk’e olan sevgisini vatan sevgisiyle birleştirip dosta düşmana ve tüm dünyaya gururla, göğüslerini gere gere göstermeye devam edecekler. Mustafa Kemal Atatürk ne yazık ki, Atilla İlhan’ın deyimiyle, “son hayal kurabilen Türk’tü.” Bizler ondan sonra hayal kurma yeteneğimizi kaybettik. Onun değerini bilenler onun kurduğu hayali geliştirip bir gün mutlaka Türkiye’yi dünyada hak ettiği güzel yere taşıyacaklar. RAHAT UYU ATAM, SON KALELER HENÜZ ZAPT EDİLEMEDİ, ZAPT EDİLEMEYECEK.