Günlerden 15 Ağustos’tu. Hava sıcaktı. Ağustos böceklerinin şen şakrak öttüğü, yatsı ezanının okunduğu, gece yarısına yaklaşık 2 saatin kaldığı, yaylalardan kekik kokularının, başı dumanlı dağlardan akşam yelinin estiği, evlerde insanların akşam yemeklerini yiyip dönemin tek kanallı televizyonu TRT’de “İnsanlık İçin” isimli TV dizisini izledikleri saatti. Bitmekte olan günün mahmurluğu hemen herkesin üzerindeydi. Tüm Türkiye’de olduğu gibi Siirt’in Eruh İlçesi’nde de yaz rehavetiyle insanlar sakin bir geceden sonra güneşli yeni bir güne, gelecek için güzel şeyleri paylaşma umuduyla hazırlanıyordu. Eruh İlçe Jandarma Komutanlığı’nda görevli askerler ve bu arada saat akşam 9 nöbetini tutan Er Süleyman Aydın da benzer duygular içindeydi. Doğduğu şehirden çok uzak bir vatan parçasında, sevdiklerinden ayrı, vatan görevini icra ederken ve “son nöbetini tutarken” aklından neler geçiyordu kim bilir? Belki köyünde bıraktığı yaşlı annesini, belki 8 kardeşinin istikbalini, belki asker dönüşü evlenmeyi düşündüğü sevgilisini, ailesine olan hasretini...kim bilir?
Derken insanların TV’de “İnsanlık İçin” dizisini izledikleri dakikalarda bu huzurlu ortamı “insanlıktan nasibini almamış kişilerin insanlık dışı bir eyleme başlamak için” ateşledikleri kalaşnikofların sesleri bozdu. Bugün İmralı’da yatan ve ne yazık ki devlet katında bazı kimseler tarafından hatrı sayılmaya başlayan kişinin emriyle, bu kişinin o zaman ki sağ kolunun bizzat yönettiği eylemle ülkenin ve milletin huzurlu ortamı bir anda bozuluverdi. Eş zamanlı olarak Hakkari’nin Şemdinli ve Siirt’in Eruh İlçeleri’ne yapılan saldırılarla Türk Devleti’nin ve Türk Milleti’nin birliğine, varlığına kast edildi. Eruh’a yapılan saldırıda İlçe Jandarma Komutanlığı da hedefler arasındaydı ve o ilk saldırıda saat 9 nöbetini tutan Hıdır oğlu, 1962 doğumlu Er Süleyman Aydın, Yüce Allah’ın kendi katında Peygamberlerden ve Alimlerden sonra en şerefli mertebe saydığı şehadet mertebesine erişti.
O günkü saldırılarda bir şehit ve pek çok yaralı vardı. Ankara’da hemen 16 Ağustos akşamı toplanan askeri bürokrasinin önde gelenleri dönemin iktidarına ve başbakanı Turgut Özal’a “bu bir isyandır” teşhisinde bulundular. Buna karşılık dönemin iktidarı aynen 1925’teki Fethi Okyar Hükümeti’nin Şeyh Sait İsyanı’nın başında yaptığı yanlışı yapıp olayı küçümsedi ve olayı “basit bir eşkıya” hareketi olarak yorumladı. Antalya Side’de yaz tatilini geçiren Başbakan Turgut Özal’a gazeteciler denize girdiğinde başlayan olayları sorduğunda başbakan “bir eşkıya için beni denizden çıkartamazsınız” diyecek kadar gaflet içindeydi. Aynı gaflet devam eden üç sene içinde de aynı hükümet tarafından gösterildi. PKK’nın kurucusu olan kişinin deyimiyle “1986’da Türk Ordusu tarafından hemen hemen bitirilme noktasına getirilen örgüt, Temmuz 1987’de Güneydoğu’da sıkıyönetimin kaldırılmasıyla rahat bir nefes aldı ve imha edilmekten kurtuldu. [1] Aynı iktidar 1988’de AİHM’ye (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne) “bireysel” başvuru hakkının önünü açarak bölücülerin söylemlerini Avrupa Platformuna taşımalarını sağladı. İşler büyüyüp 1991 – 1993 döneminde Türkiye neredeyse parçalanma noktasına geldiğinde bu yanlışları yapan iktidarın başbakanı 15 Ağustos 1984’ten 9 sene sonra cumhurbaşkanı olduğu dönemde dönemin DEP Milletvekillerini Çankaya’ya çağırıp bugün İmralı’da yatan kişiye iletilmek üzere mesaj verdi: “Söyleyin o deliye bir yıl sabretsin, komutanları ikna ettim, bu işi çözeceğim” dedi. O zaman Bekaa’da bulunan yaratığa DEP Milletvekilleri’ni elçi olarak (!) gönderdi.
Elçileri (!) kabul eden kişi takım elbiseyle 18 Mart 1993’te televizyonlara çıkıp ateşkes (!) ilan etti. Bu ateşkes (!) döneminde – ki yaklaşık 2 ay sürdü - 60 vatandaş örgüt tarafından katledildi. Bu rakama Mayıs 1993’te Bingöl – Elazığ Karayolu’nda şehit edilen silahsız 33 mehmetçik dahil değildir. [2]
PKK’ya elçi (!) gönderen Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993’teki ölümünden sonra yönetime geçen siyasi iktidarın kararlı tutumu ve “bütün milli güç unsurlarının harekete geçirilmesi sonucu” 1993 – 1995 döneminde PKK’nın beli kırıldı. PKK 1994 itibariyle TSK’nın bileğini zorla bükemeyeceğini anladığı için işi siyasete, dış ülkelerin Türkiye’yi sıkıştırmasına havale etti. 1998’de fiilen bitirilen örgüt sözde barış, ateşkes (!) çığlıkları atmaya başladı. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta var: Kuruluşunda her türlü ılımlı görüş sahibini “revizyonist, tavizkar, komprador, hain, işbirlikçi, Türk Devleti’nin maşası” olarak niteleyen örgütün üst düzey yönetim kadrosu (en başta İmralı’daki şahıs), o nispeten ılımlı görüş sahiplerinden daha ılımlı (!) görüşleri 1998 itibariyle dile getirmeye başladı[3] 1999’da örgüt başının Türkiye’ye teslimiyle bu iş bitti.
Burada bir yanlış bilgilendirmenin (dezenformasyonun) önüne geçmek için bir noktanın altını çizmek lazım: 1999’da çatışmaların sona ermesi PKK’nın lütfuyla ilan ettiği ateşkesin (!) sonucu değildir. PKK 1998’de TSK tarafından hemen hemen tamamen bitirildi. 1998’de örgütün eylem koyma gücü 1984’teki gücünün altına inmişti. Yani PKK ateşkes (!) ilan ederek bir anlamda kendini tamamen imhadan kurtardı ve 5 sene içinde kendini yeniden yapılandırdı. Aynen 1993’te elçilerin (!) gönderilmesiyle ilan edilen ateşkeste (!) olduğu gibi. Çatışmalara 1999 itibariyle PKK devam etmeye kalksaydı % 100 imha edilme ihtimali çok yüksekti. Şunu kabul etmek gerekir ki askerin bu başarısı sivil iktidarlar tarafından değerlendirilemedi ve 2002’de iktidara gelen ve “Ankara’nın şerrinden Bürüksel’in şefaatine sığınmaya çalışan” şimdiki iktidar tarafından “hayali” AB hedefi uğruna verilen tavizler ve PKK’nın taleplerinin “Kopenhag Kriterleri” adı altında kabul edilmesiyle örgüte ve yandaşlarına taviz verildi. Kendini yenileyen örgüt 1 Haziran 2004 itibariyle yeniden eylemlerine başladı. Sözün kısası Türk Ordusu PKK’yı bitiremediği için değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle sorunlu olan ve AB’nin desteğine muhtaç olan şimdiki iktidarın közlenmiş kömüre üfürmesiyle ateş yeniden canlandı.
Konu o kadar geniş kapsamlı ki önümüzdeki birkaç yazımızda bu konuyu daha detaylı ve daha değişik boyutlarıyla ele alacağız.
Bugün 15 Ağustos. Türkiye’de bazı aydın (!), entel – dantel çevrelerin demokratikleşme (!) ve Kürt Sorunu (!) hakkında bazılarının görüşlerini, yol haritasını ilan etmesinin beklendiği gün. Bugün sembolik olduğu kadar çok da anlamlı bir gün. İzmir’de Yunan’a ilk kurşunu sıkan ve şehadet şerbetini içen Hasan Tahsin gibi “ilk şehidimiz” Süleyman Aydın’ı şehit verdiğimiz gün. Süleyman Aydın bu milletin varlığı, birliği ve bu milletin evlatlarının huzur içinde yaşamaları için canlarını vermekten çekinmeyen 10 Bin’den fazla şehidimizin (asker, polis, korucu ve vatandaş) ilki. İlkler her zaman anlamlıdır. İlkler her zaman özeldir. Allah katında şehitler ölü değildir, diridirler. O ve diğer şehitlerimiz şu anda bizi görüyorlar. Onların aziz hatıraları önünde hürmetle eğiliyor ve bir kere daha haykırarak onlara söz veriyorum: “Boşuna can vermediniz. Kanlarınızla sulayarak vatan yaptığınız bu topraklar sonsuza kadar bu milletin mülkü olarak kalacak. Siz bir can verdiniz, geride sizin gittiğiniz yoldan gitmeye hazır milyonlarca can var. Rahat uyuyun şehitlerim, mekanlarınız cennet, yeriniz Hz.Peygamber’in (S.A.V.) mübarek dizlerinin dibi olsun.” Sizleri unutmadık, unutturmayacağız. Türk Milleti’nin yol haritası bu vatanı böldürmemek ve bölünmenin önünü açabilecek tavizler vermemektir. Allah bu milleti korusun ve onu sevenlerle olsun.